31 Aralık 2005 Cumartesi

Splash

Works with the latest version of Blogger!

Posted by Hello

28 Aralık 2005 Çarşamba

Kim bu adam diye soranlara



Adı Soyadı : Ali Şengün

Ne zaman doğdu :
14 Nisan 1971

Memleket :
İstanbul’da doğdu, büyüdü ve yaşıyor ama nüfus cüzdanında kütük yeri olarak Trabzon - Sürmene yazıyor.


Ev hali : Özcan - Sabiha Şengün çiftinin iki oğlundan büyük olanı. Diğer çocuğun adı ise Cenk.

Medeni hali : Demet Koçer ile 07 Ocak 1995’de bir hayat boyu imza attı, uslanmadı 10 Şubat 2001’de Yamaç adında bir erkek çocuk babası oldu.

Geçinmek için ne yapar : 15 Ekim 1996’dan beri Kanal D spor servisinde yönetmen olarak çalışıyor. 3. Devre ve Spor Gündemi şu andaki aktif işleri. Futbol Mahkemesi, Televole, High Life, İnsanlar Yaşadıkça, Neler Oluyor Hayatta, Avrupa Liglerinden, Euro Şans, Euro Magazin, Spor Hattı yönettiği bazı programlar.

Bu Kadar mı? : Hayır. Daha önce Show Tv Spor servisinde 1993 – 1996 arasında muhabir, prodüktör ve yönetmen olarak görev yaptı. Televizyon işlerine girmeden önce ise 1990 - 1993 tarihlerinde Fame City Halkla İlişkiler departmanında çalıştı.

Ne okudu : 1990 ÖSS deki performansı ile İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Kimya bölümüne girdi. 7 yıl süren üniversite hayatının sonunda beklenin aksine mezun olamadı, gururlu bir şekilde kaydını kendi aldı. Çünkü böyle yapınca askerlik 2 yıl daha tecil ediliyordu, hem bu arada televizyoncu olmaya çoktan karar vermişti. Özel Dost Lisesi ve Muhittin Üstündağ İlkokulu mezun olmayı başardığı okullar.

Nelere ilgi duyar : Herkes gibi müzik, sinema ve spora ilgi duyar. Bunların dışında 10 yıl Ataköy Folklör ve Spor Kulübünde halk danslarına emek verdi. Böylece birçok Avrupa ülkesini de görme fırsatı da oldu. Son merakı ise fotoğraf çekmek.

Bu blogu yapma amacı ne? : Daha önce Aslanınsesi ve Qoala isimli iki site yaptı ama bu siteler onu yordu. Onun için kendini ve yaptıklarını tanıtmak, tecrübe, beğeni ve fikirlerini paylaşmak için bu blogu hazırladı.

19 Aralık 2005 Pazartesi

EUROKRATLARIN VE BUROKRATLARIN ARDINDAKI SEHIR


Brüksel biz Türkler için gezip görülmesi gereken yerlerden biri olmaktan çok, Avrupa Birliği (AB) ile yaşadığımız uzatmalı ilişkinin dedikodularının haberciler tarafından hararetle aktarıldığı, televizyonlarda görmeye alıştığımız, uzaktaki bir başkenttir. Dışarıdan bakıldığında Brüksel gridir, sıkıcıdır, ellerinde dosyalar ile oradan oraya koşuşan koyu renk takım elbiseli “eurokrat”ların şehridir. Oysa ki, bizim sadece diplomasi ve politika ile özdeşleştirdiğimiz Brüksel, içinde hoş ayrıntıların gizli olduğu, küçük pratik ve keyifli bir Avrupa kentidir.

Brüksel’e girerken insanın karşısına çıkan manzara, önyargıları pekiştiren cinsten, biraz sıkıcı ve heyecandan uzaktır. Uluslararası organizasyonların basından görmeye alışık olduğumuz binaları özelliksiz bir görüntü sergilerler. Hiç bitmeyecekmiş gibi duran Rue de la Loi Bulvarı’nın sıkıntılı havası, yeşilin bin bir tonuna ev sahipliği yapan Brüksel Parkı ile değişmeye başlar. Kısa süre sonra yollar daralır. Estetik olarak ruhunuzu okşayan gotik yapıların sunduğu görsellik tebessüm etmemizi sağlar. Muhteşem St. Michel Katedrali’nin karşımızda belirmesiyle Brüksel’e haksızlık ettiğimizi düşünmeye başlarız. Katedral’in 16.yy’da Bernard van Orley tarafından yapılan vitrayları belki de Avrupa en etkileyici cam çalışmalarıdır. Katedral’in oturduğu yüksek tepeden aşağıya doğru inerken aklınızdaki tek şey dillere destan Grand Place’a ulaşmaktır. Daha bir iki adım atmışken karşılaştığınız insan kalabalığı ve canlılığının, Katedral’den aşağıya inerken geçtiğiniz tenha sokaklar ile nasıl böyle büyük bir tezat oluşturduğuna inanamazsınız. Hemen sağınızda kalan 1846 tarihli uzun yapı Galeries Saint-Hubert, kuzey Avrupa’nın ilk alışveriş merkezi olma özelliğine sahiptir. Öyle ki, benim gibi gidilen şehirleri İstanbul ile özdeşleştirmeye alışmış biriyseniz, hiç kuşkusuz bu büyük çarşı size Beyoğlu’ndaki Avrupa Pasajı’nı anımsatacaktır. Hipnotize olmuş gibi aynı yöne giden kalabalığın peşine takılıp dar Heuvel Colline sokağını aşınca, içine düştüğünüz düşsel güzellikteki meydan, Brüksel’e gelen her ziyaretçi gibi sizin de nefesinizi kesecek, kendi yörüngenizde şöyle bir dönmenize sebep olacaktır. Grand Place’in gotik ve barok tarzında yapılmış birbirinden güzel binaları 16 ve 17. yy.’da şehrin gelişen ekonomik ve sanatsal gelişimi yansıtır. Binaların neredeyse hepsi o dönemde ülkeyi sırtlayan locaların zenginliğini ve sanatçı bakış açılarını gözler önüne serer. Meydanın ağaçsız ve çeşmeden yoksun oluşu, garip ama insana rahatsızlık hissi vermez.

Brüksel’in gizli güzelliklerinin, binalar, parklar ve meydanlar ile sınırlı olduğunu düşünmemeli. Grand Place’i çevreleyen ara sokaklara dalınca, Brüksel’i Brüksel yapan üç olgunun varlığı size “diyet, kilo” gibi anlamsız problemleri unutturacaktır. Sıkı durun, çikolatanın, mussels-frites’ın (midye ve patates kızartması) ve biranın anavatanına hoş geldiniz! Envai çeşit çikolatanın sergilendiği vitrinlere kendinizi kaptırıp da, Modern Sanatlar Müzesi’ni ya da Kraliyet Sarayı’nı değil de, Kakao ve Çikolata Müzesi’nde geziyor olmanızda utanılacak bir durum yoktur. Neuhaus, Leonidas ve Wittamer gibi dünyaca ünlü çikolata üreticilerinin mağazalarındaki asalet, satılan ürünün çikolata değil de elmas olduğu izlenimini verir. Eğer gerçek bir çikolatakolik iseniz ve yolunuz Brüksel’e şubat ortasında düşerse yaşadınız çünkü Choccolate Passion Festival bu dönemde yapılır.

Efendim, gelelim, midye-papates ve biraya. Brüksel’in ilk bakışta kendini ele vermeyen, ama sokakları arşınladıkça varlığını hissettiren, sempatik kafeleri, restoranları ve birahaneleri vardır. Paris’e özenircesine, kaldırımlara taşan masalarda buz gibi Belçika biraları midye ve patates eşliğinde mideye indirilir. Koca bir tencereye kafasını sokmuş, midyenin çorba kıvamındaki - sebzeler ile zenginleştirilmiş - suyunu kaşıklayan insanları görüp de iştahın kabarmaması mümkün değildir. Bu midye ve patates kızartması cümbüşüne katılmak üzere oturduğunuz bir restoranda karşılaşacağınız zorluk kesinlikle bira seçmek olacaktır. Belçika’da 500’den fazla bira çeşidi vardır. Bu zenginlik, bildik lager Stella Artois’dan başlayıp, ale cinsi Trapiste’ye, frambuazlı Framboise’dan vişneli Kriek’e kadar uzanır.

Brüksel sokaklarında yürürken kulağınıza Jacques Brel’in namelerini gelebilir. Brel, Brüksel doğumlu ünlülerdendir. Brüksel’in nam yapmış bir başka ünlüsü ise Mannaken Pis, yani “işeyen çocuk” heykelidir. Grand Place’in güneyinde kalan Stoofstraat caddesinin bitimindeki, neyi sembolize ettiği tam bilinmeyen ve geçmişi 1388’e kadar uzanan bu meşhur heykel hakkında bir çok efsane vardır. Bunlardan en çok anlatılanı, 16.yy’daki savaşlardan birinde fitili patlamak üzere olan bir bombayı işeyerek söndürerek şehri kurtaran ünlü bir kontun oğluna ait olanıdır. Bu küçük heykelin, Elvis Presley ‘den Mickey Mouse’da dahil olmak üzere yaklaşık 450 adet kostümü olduğu söylenir. Bira festivallerinde çeşmesinden su yerine saatte 70 litre bira püskürten Mannaken Pis, şehrin eğlenceli köşelerinden biridir.

Şehrin küçük ve yürümeye elverişli oluşu, keşif yamayı sevenler için büyük şanstır. Zira, herhangi bir aracın içindeyken fark etme olasılığı az olan çeşitli ayrıntıları yürüyerek yakalamak mümkündür. Şehrin gerçek ruhunu yansıtan yerler olan pazarların büyük bir çoğunluğu işte bu tür yürüyüşlerde keşfedilir. Pazar günleri Place Agora ve cumartesileri de Place du Jeu de Balle’de kurulan pazarlar ilginç ve her insana hitap edebilecek türlü eşyalar ile doludur. Aklınıza hayalinize gelmeyecek aksesuarlar ve antikalar bu pazarlarda tezgahları süslerler.

Brüksel’in sembolü haline gelmiş bir başka anıt yapı ise Atomium’dur. Şehrin kuzeyindeki Heysel bölgesinde bulunan Atomium, ünlü mimar Andre Waterkeyn tarafından Brüksel Dünya Sergisi için 1958 yılında yapılmıştır. 102 m yüksekliğindeki bu eser, 165 milyon kere büyütülmüş demir moleküllerini sembolize eder. Atomium’un hemen yanı başında ise 1985’de yaşanan futbol faciası ile anımsayacağınız Heysel Stadyumu dikkat çeker.

Brüksel, tüm önyargılara ve politik havasına rağmen gizli köşelerinde sizi yakalayıveren, kendisini ziyaretçisine sevdiren bir şehirdir. Ön yargılarınızı unutun ve Brüksel’in güzelliklerini ayrıntılarda yakalayın.

18 Aralık 2005 Pazar

Pure

Works with the latest version of Blogger!

Posted by Hello

Singapore Skyline

Works with the latest version of Blogger!

Posted by Hello

22 Kasım 2005 Salı

Quilt

Works with the latest version of Blogger!

Posted by Hello

11 Kasım 2005 Cuma

Beach

Works with latest version of blogger!

9 Kasım 2005 Çarşamba

Rain

Works with latest version of blogger!

30 Ekim 2005 Pazar

Howling Wolf

Works with latest version of blogger!

Pink Flowers

Works with the latest version of blogger!

29 Ekim 2005 Cumartesi

Writer

Works with the latest version of Blogger!

Jacksonville

Works with the latest version of Blogger!

Maroon

Works with the latest version of Blogger!

Jacksonville

Works with the latest version of Blogger!

Writer

Works with the latest version of Blogger!

Maroon

28 Ekim 2005 Cuma

26 Ekim 2005 Çarşamba

Colors

24 Ekim 2005 Pazartesi

Waterfall

18 Ekim 2005 Salı

Pink

17 Ekim 2005 Pazartesi

Lost

13 Ekim 2005 Perşembe

Esplanade

12 Ekim 2005 Çarşamba

Strawberry


Posted by Hello

12 Eylül 2005 Pazartesi

SESSİZ CENNET MUSCAT


(Atatürk Havalimanı Dergisi "The Gate" www.thegate.com.tr /Eylül/Alim Erginoğlu)

Abu Dhabi’den kalkan uçağımız, 45 dakika sonra, Hicaz Yarımadası’nın sonsuzluğa uzanıyormuş gibi görünen kum tepelerini yalayarak alçalmaya başlıyor. Beklenmedik bir anda, Arap Denizi’nin Hint Okyanusu’na uzanan koyu lacivert suları belirince irkiliyorum. Dalgalar suya hasret toprakları delicesine kucaklıyor. Umman, tüm gizemiyle altımda uzayıp gidiyor.

Seeb Uluslararası Havaalanı sessiz ve bomboş. Dış dünyadan bugün beklenen tek misafirler bizmişiz misali, bir iki görevli dışında kimsecikler yok. Sanki hayat durmuş, tüm yaşam bir süreliğine kendini kızağa çekmiş...

Mart ayı olmasına rağmen, kavurucu bir sıcak var. Tepemde güneş, Muscat’ın, Portekizliler’den kalma kaleleri, limanı ve kapalı çarşısı ile ünlü Mutrah semtinin dar sokaklarında yürüyorum. Kum rengi taştan, cumbalı, küçük pencereli, tahta panjurları sıkı sıkıya kapatılmış, kübik, bodur, ama kişiliğini yitirmemiş evlerin arasından labirent gibi ilerleyen bomboş sokaklarda kaybolup, zamana ve mekana ilişkin kavramlarını yitiriyor insan. Yaşama dair bir iz ararken, sağımda kalan küçük caminin hemen yanındaki evin en üst katından hayretle beni izleyen küçük çocukların gülüşmeleriyle hayat kısacık da olsa kendini gösteriyor. Bu sessizlik ve tenhalık boşuna değil. Bugün Cuma ve şüphesiz ki, hiç bir Ummanlı öğle sıcağında çevrede dolaşacak kadar - benim gibi - deli değil. Bankalar, lokantalar, bakkallar, manavlar... herkes ama herkes klimalı evlerine çekilmiş akşamı bekliyorlar.

Güneş, Mutrah limanının çevresindeki sarp tepelerin ardından yavaş yavaş kaybolmaya başlayınca, şehrin “Corniche” olarak bilinen kordon boyu bir anda dolup taşıyor. Genci yaşlısı Muscatlılar, denizden esen tatlı rüzgara kendilerini bırakıp, uzun sürecek bir geceye merhaba diyorlar. Gündüz insanın dikkatini çekmeyen küçük kahvehaneler, köşe başlarına ve kaldırımlara koydukları küçük iskemlelerle geceye hazırlanıyorlar.

Muscat’ta ilk dikkati çeken, insanların diğer Arap ülkeleri ile karşılaştırıldığında farklı olan giyinişleri. Erkekler “dishdasha” denilen, boyun bölgesinden püsküller sarkan bir entari giyiyorlar. Bellerine sardıkları, şala benzeyen kuşak ise ülkenin sembolü olan “khanjar”ı, yani hançeri taşımak için. Kafalarında ise Hint esintisi taşıyan bir takke “kummar” ya da, kummar’a sardıkları türbanı andıran “muzzar” var. Kadınlar, alışıla geldiği üzere peçeli çarşaflarını giyseler de, Hint “sari”lerine benzeyen renkli, işlemeli kumaşlardan yapılmış uzun elbise giyen genç kızlar her adımda göze çarpıyor. Bu farklılık ve sentez, kuşku yok ki, Ummanlıların yüzyıllar boyunca, denizci bir toplum olarak, Hindistan’a ve Afrika’ya kadar uzanmalarının altında yatıyor.

Muscat’ın en canlı ve ilgi çekici yeri deniz kıyısındaki Mutrah. Bu semt hemen yanı başındaki iki katlı geleneksel evleri ile köyü andıran Riyam’a kadar sahil boyunca uzanıyor. Kıyı şeridinin daraldığı noktalarda yükselen sarp tepelerde, 1507’de başlayan ve 150 yıl süren Portekiz egemenliğinin izlerinden olan iki kale yükseliyor. Mutrah limana demirlemiş yüksek sırtlı, dalgalara dayanıklı klasik Umman stili ile yapılmış ahşap tekneler, 19. yüzyılda Mombasa ve Zanzibar’a kadar uzanmış Umman Sultanlığı’nın şatafatlı dönemini anımsatıyor. Mutrah’ı canlı kılan en önemli noktalardan biri de “Souq”, yani kapalı çarşı. Kuyumcular ve Hicaz’ın bin bir çeşit kokusunu barındıran parfümeriler, bu küçük çarşıyı özellikle Ummanlı kadınların gözde mekanı yapıyor. Mutrah’ın en keyifli yerlerinden biri, hiç kuşkusuz limanın doğusundaki balık hali. Cömert Arap Denizi’den çıkarılan bin bir çeşit balık ve kabuklu canlılar burada sergileniyor. Halin giriş kapısına yakın büfelerden iştah kabartıcı balık ızgara kokuları yayılıyor. Kıyıdaki banklardan birine oturup, Umman’ın geleneksel ayranı soğuk bir “Laban” eşliğinde balıkçı teknelerinin gelip gidişlerini izlemek, denizin getirdiği güzelim iyot kokusunu ciğerlere çekmek insana tatlı bir huzur veriyor.

Şehrin Taksim’i sayılabilecek, deniz kıyısından biraz içerideki ticari merkezi Ruwi’ye giderken yeşillendirilmiş alanlar göze çarpıyor. Deniz suyu arıtılarak, bu alanların sulanmasında kullanılıyor. Bu pahalı vahalaştırma çalışması ülkenin 1970’de başlayan gelişiminin de aynası sanki. Umman, Sultan Qaboos’un 1970’de tahta geçmesi ile kendi “rönesans”ını yaşamış, belki de bölgedeki ilk ülke. Petrol ve doğalgaz geliri olmasına rağmen, Umman’ın 1970’e kadar fakirlik ve imkansızlıklar içinde yaşadığına inanamıyor insan. Yine o yıla kadar, sadece iki okul ve iki hastanesi olan ülke, Sultan Qaboos’un büyük atılımlarıyla, eğitimden sağlığa, turizmden sanata kadar bütün alanlarda büyük bir gelişim ve değişim yaşamaya başlıyor. Ekonomi düzeliyor; yollar yapılıyor, okullar, hastaneler, oteller açılıyor; ülke yabancı yatırımcıların ve turistlerin dikkatini çekiyor. Bu hızlı atılıma rağmen, halk, Umman’ın Dubai’nin gölgesinde kalmasından hoşnut değil. Her ne kadar, Ummanlı bu konuda sıkıntı duysa da, ülkesinin kültürünü koruyabilmiş, yozlaşmamış ender topraklardan biri olduğunu fark edip sevinmeli.

Şehrin doğuya doğru uzanan Al Qurm bölgesi, lüks otellerin ve alışveriş merkezlerinin yükseldiği şehrindeki turizmin kalbi. Kilometrelerce uzanan kumsal, gündüz su sporları meraklısı yabancıları cezbederken, akşama doğru denizin çekilmesi ile beraber, futbol oynayan küçük çocukların, piknik yapan ailelerin mekanı oluyor. Güneş batarken, çıplak ayakla, sığ sularda yürümek ayrı bir keyif bu uzun kumsalda.

Muscat’ın şehir yaşantısından bir nebze kurtulmak, gerçek Umman’ı görmek için araba kiralamak ve kuzeydeki Nizwa’ya doğru gitmek iyi bir alternatif. Petrolün sudan ucuz olduğu bir ülkede olduğumuzu arabamızın deposunu doldururken anlıyor ve suyumuzu içerken bir damlasını bile şişenin dibinde bırakmamaya özen gösteriyoruz. Nizwa’ya giden yol boyunca ara ara karşımıza çıkan hurma ağaçlarıyla dolu vadiler “Arabistanlı Lawrance” filminin içine düşmüşüz hissi veriyor. Çölü yaran otoyolda ilerlerken gözümüz deve kervanlarını arıyor. Oysa ki, develer kamyonetlerin arkasında, saatte 100 km hızla çölde ilerlemeyi tercih ediyorlar. Nizwa boyunca ara yollara saparak küçük köylerde mola veriyoruz. Bu molalarda, Umman’ın bal gibi hurmalarını mideye indiriyoruz. Nizwa, küçük bir kasaba havasında olmakla beraber, 17.yy.’da Sultan Bin Saif Al-Yaruba tarafından yaptırılmış ihtişamlı kalesi insanı yüzyıllar öncesinin Umman’ına taşıyor. Nizwa’ya gelip de, bu dev kalenin surlarında muhakkak dolaşmadan ve hurma ağaçlarıyla kaplı Nizwa ovasını seyretmeden Muscat’a dönmek olmaz.

Yüzyıllar boyunca Hint Yarımadası ve Afrika arasındaki köprü olmuş bu coğrafya, her adımda farklı bir toprakta olduğunuzu hissettirecek bir olgu ile karşınıza çıkıyor. Kitle turizm tarafından daha keşfedilmemiş Umman, mütevazı yaşamı, güler yüzlü, misafirperver insanları ve keşfedilmeyi bekleyen köşeleri ile sizi bekliyor. Bu sessiz cennete kulak verin.


Aklınızda bulunsun

· Kendinizi “Bin bir gece masalları”nda hissetmek istiyorsanız, ülkenin en şatafatlı oteli Al-Bustan Palace Hotel’de bir gün geçirin, hem denizin hem de Umman’ın otantik yemeklerinin tadını çıkarın.
· Güneş battıktan sonra Mutrah’daki küçük kahvehanelerden birine oturup Umman kahvesi keyfi yapın.
· Bandar Jissah tepesine muhakkak çıkıp, güzel manzarayı görün.
· Bayt Az Zubair Müzesi’ni ziyaret edin. Umman tarihi ve kültürü hakkındaki en önemli müzelerden biri.
· Cuma günleri kurulan Ruwi pazarını gezin, keyif alacaksınız.
· Kızgın güneşe çok dikkat edin. Şapkanızı ve yüksek faktörlü güneş kreminizi yanınızdan sakın ola eksik etmeyin.


Nasıl Gidilir?

İstanbul ve Muscat arasında direkt uçuş yok. Emirates ve Qatar Airways ile aktarmalı olarak Muscat’a uçabilirsiniz. Uçuşlar konusunda The Gate’den havayolları bilgilerini temin edebilirsiniz.

Vize

Umman vizesini, Muscat Seeb Havaalanı’ndan ülkeye girişte temin etmek mümkün, ancak son durumu öğrenmek için Umman makamlarından muhakkak bilgi alınmalı.

Telefon

Umman’ın uluslararası telefon kodu 968. Muscat’ın alan kodu ise 24.

Para

Umman’ın para birimi Riyal. 1 USD = 0,39 Riyal

İklim

Muscat’ı ziyaret etmek için en uygun dönem kasım ile mart ayları arası. Hava sıcaklığı bu dönemde 25-28 derece ortalama ile seyrederken, haziran ile eylül arasında sıcaklık 40’lı derecelere dayanıyor. Ayrıca, haziran ile eylül arasında Hint Okyanusu’ndan gelen muson yağmurlarını dikkate almak gerek.

Nerede kalınır?

Chedi Hotel: Oriyent minimalistliği ile inşa edilmiş, çok şık ve üst sınıf bir seçenek. Al-ghubra North. Tel: 505035.
www.ghmhotels.com
Sheraton Oman: Uluslararası standartlarda, konfor arayanlar için. Bayt Al-Falaj Street, Ruwi. Tel: 799899. sheraton@omantel.net.om
Beach Hotel: Denize yürüme mesafesinde, alışveriş bölgesine yakın, orta sınıf bir otel. Way 2818, Shatti Al-Qurm. Tel: 696601. beachhtl@omantel.net.om
Marina Hotel: Balık halinin karşısında, uygun fiyatlı bir seçenek. Mutrah Corniche. Tel: 713100.
Naseem Hotel: Şehrin en ucuz oteli. Çok merkezi bir konumu var. Mutrah Corniche. Tel: 712418.


Yemek

Umman mutfağı geleneksel Arap yemeklerinden oluşuyor gibi gözükse de, Hint etkisi tatlara yansımış durumda. Kardamom, safran ve tumerik gibi baharatlar yemeklerde sıkça kullanılıyor. Et her sofrada baş köşeyi süslüyor. Dana etinin yanı sıra, kuzu ve deve eti de fazlasıyla tüketiliyor. Deniz kıyısında olmanın en büyük avantajı ise hiç kuşkusuz, lezzetli balık çeşitleri. Muscat’da en iyi yemekleri uluslararası oteller sunsa da, sokaktaki alternatifleri göz ardı etmemek gerek. Alkolü, büyük oteller dışında bulamayacağınızı unutmayın!

Bin Attiqu: Şehirde gerçek Umman yemeği bulabileceğiniz ender restoranlardan biri. Al-Khuwair Street.
Al-Boom: Hint yemekleri için iyi bir seçenek. Balık pazarına çok yakın ve güzel deniz manzarası var. Mutrah Corniche.
Sindebad: Et yemeği yemek için en iyi seçeneklerden biri. körileri ve biryanileri çok lezzetli. Al-Nahda Hotel, Mutrah Corniche.

11 Eylül 2005 Pazar

ZAMANIN UNUTULDUĞU ŞEHİR YANGON


(Atatürk Havalimanı Dergisi The Gate www.thegate.com.tr /Ağustos/Alim Erginoğlu)

Nobel Barış Ödülü sahibi, demokrasi savaşçısı Ang San Suu Kyi’nin sevgili, bahtsız ülkesi Burma. 1988’de, halk ayaklanmasına dönüşen öğrenci hareketi neticesinde, cuntanın kerhen yapmak zorunda kaldığı seçimlerden % 90’a yakın oyu almasına rağmen başa gelemeyen ve o günden bu güne Yangon’un banliyölerindeki evinde göz hapsinde tutulan Ang San Suu Kyi’nin hikayesini düşünmeden bu şehre ayak basmış bir gezgin yoktur herhalde. Gezgin, “Burma’ya gitmeyin, cuntayı desteklemeyin” propagandasını mı, yoksa “Burma’ya gidin çünkü dünyadan soyutlanmış, baskı altında yaşayan Burmalıların dış dünya ile tek iletişimi sizsiniz” telkinleri mi dinlemeli? Biz ikincisini tercih ediyoruz.

Yangon’a ayak bastığımızda etrafta silahlarıyla dolaşan askerleri gözümüz arıyor. Oysa ki, havaalanında bir kaç pasaport memuru kadın görevliden başka kimse yok gibi. Kafamızda dolaşan önyargıların aksine pasaport işlemlerimiz de o kadar kolay, o kadar çabuk oluyor ki şaşırıyoruz. İkinci şaşkınlığımızı da terminal binasından adımımızı dışarıya attığımızda yaşıyoruz. Etrafımızı bir anda, altlarında rengarenk “longyi”leri ile Hintli taksiciler sarıyor. “Biz yanlış ülkeye mi geldik?” diye birbirimize soruyoruz. Oysa ki, “longyi” denen peştemalların ülkenin milli kıyafeti olduğunu anlamamız uzun sürmüyor.

Havaalanı ile şehir merkezi arasındaki yol insanı hayrete düşürecek kadar düzgün ve çevresi de bir o kadar bakımlı. Asya’nın büyük şehirlerinin dış mahallelerinde görmeye alıştığımız sanayi oluşumları Yangon’da yok denecek kadar az. Şehrin merkezine yaklaştıkça fakirlik ve sefaletin iç içe girdiği derme çatma evler dikkati çekiyor. Yapıların bir kısmı eski Sovyet cumhuriyetlerindeki toplu konutları andıran, kişiliksiz bodur bloklar. Şehrin merkezine vardığımızda ise çehre yine değişiyor ve koloni döneminden kalma birbirinden güzel evler ile estetik devlet binaları karşımıza çıkıyor. Yangon her adımda insanı şaşırtan bir şehir.

Hintli taksi şoförümüz kornadan elini bir saniye bile çekmeden, yollarda yürüyen kalabalık insan ve bisiklet ordusunu aşmaya çalışarak Yangon sokaklarında ilerliyor. Bu arada da, benim hangi ülkeden geldiğimi anlamaya çalışarak kendi kendine söyleniyor: Turkii, Toorki!!...

Bilinçli gezgin olarak, devletin işlettiği değil de, halkın işlettiği otel ya da “guesthouse”lara gitmeyi yeğliyoruz. Hintli ve Bangladeşliler’in mahallesi olarak bilinen, şehir merkezinin doğusundaki Pazundaung Caddesi’ne girip, “Motherland 2 Guesthouse”u bulmamız zor olmuyor.

Yangon 1824’de İngiliz yönetimine geçince şehrin küçük nüfusu kalabalıklaşmaya, kasaba görüntüsü de değişmeye başlamış. İngilizlerin şehircilik faaliyetlerinde işçi olarak kullanmak üzere Hindistan ve Bangladeş’den getirdiği nüfus yerli halkla karışarak insana keyif veren bir sentez yaratmış Yangon’da. Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki yapıları aratmayacak güzellikteki binaların çoğu 19. yy’ın ikinci yarısında inşaa edilmişler. Bu binaların arasına sıkışmış Hindu tapınakları ve camiler de Yangon’un kozmopolit havasını tamıtamına yansıtıyor.

Yangon’u ortadan kesen Bogyoke Aug San Caddesi şehrin hiç kuşkusuz en işlek yeri. Yaşam bu caddede kaldırımların üzerine taşmış. Kaldırımlarda oynayan çocuklar, seyyar satıcılar, küçük taburelere oturmuş çayını yudumlayan esnaf, dilenciler, yemek tezgahları, cılız köpekler, kedicikler... Bogyoke Aung San Caddesi’nin en işlek, en kalabalık noktası Bogyoke pazarının bulunduğu bölge. Bogyoke pazarı, bir anlamda şehrin kapalı çarşısı. Burada yok yok. Ancak, Burma ekonomisinin dünyanın en az 50 yıl gerisinde olduğu düşünüldüğünde, bu pazarda lüks tüketim maddesi görmek olası değil. Malların kalitesi ve çeşitliliği halkın ihtiyacı ile doğru orantılı. Bogyoke pazarının karşısında ülkenin fakirliği ile tezatlık yaratan beş yıldızlı otel Traders ve şatafatlı iş merkezi Sakura Tower var. Yangon için fazlasıyla gerçek ötesi duran bu iki yapının biraz ilerisinde, önü sabah akşam ana baba günü olan Hint sineması tüm canlılığıyla ben buradayım diyor. Yangon’un Bollywood’una hoşgeldiniz!

Bogyoke Caddesi’nin kalabalığı, limana doğru inen Sule Paya meydanında da devam ediyor. Meydanın tam ortasında, 46 m. yüksekliğinde, 2000 yıllık bir stupa (tapınak minaresi) etkileyici bir biçimde göğe yükseliyor. Bu bölge eski koloni binalarının en güzel örnekleriyle dolu. Ana caddeden ara sokaklara sapıldığında askeri barikatlarla karşılaşıyor insan ve Burma’nın kısa bir süre için unuttuğumuz politik gerçeği tekrar karşımıza çıkıyor.

Yangon’da gün doğumu ve gün batımlarında kalabalık gruplar halinde, ellerinde yemek kaplarıyla dolaşan, çıplak ayaklı Budist rahiplerin yarattığı mistik hava gerçekten çok etkileyici. Üzerlerine sardıkları bordo renkli kumaşlar ve yemek kapları dışında herhangi bir mülke sahip olmayan bu rahiplere duyulan saygı o kadar büyük ki, halk evlerinde pişen yemeklerini rahiplerle paylaşmak için gün doğumu ve batımı saatlerinde kapıların önünde bekleşiyor.

Yangon’da her güneydoğu Asya şehrinde olduğu gibi irili ufaklı sayısız tapınak var, ancak bir tanesi var ki şehrin her noktasından insanın gözünü alıyor. Shwedagon tapınağının altın kaplamalı, 100 m. yüksekliğindeki stupası kızgın güneşin altında pırıl pırıl parlıyor. Shwedagon Paya aslında Yangon içinde başka bir şehir gibi. İçinde 8 bin altın plaka, 5 bin elmas ve 2 binin üzerinde farklı değerli taşı barındıran bu dev tapınak kompleksinde, 82 ayrı ibadethane var. Tapınak deyince, içinde sadece dua eden insanların bulunduğu bir yer gözünüzün önüne getiriyorsanız yanılıyorsunuz. Shwedagon tapınağında insanlar resmen yaşıyor. İbadethanelerin içinde piknik yapan aileler mi istersiniz, duvar diplerinde uyuyan insanlar mı, işte hepsi burada.

Yangon’da düzenli ve pratik bir toplu taşımacılık sistemi yok. İçlerinden insan taşan 50-60 yaşındaki eski otobüslere binmeyi gözünüz yemiyorsa, ikinci alternatif, en yenisi 10 yaşındaki klimasız taksiler. Ancak, şehrin aralara sıkışmış küçük sokaklarını gezmek, bir aracın içinden kolay fark edemeyeceğiniz detayları keşfetmek istiyorsanız yürümelisiniz. Bu yürüyüşler esnasında Burma’nın sıcak insanları sizi çay içmeye sohbet etmeye çağırabilirler. Sütlü ve bol şekerli çayları yudumlarken, aynı dili konuşamasanız da, Burma insanı sizi soru yağmuruna tutacak, gözleri ışıl ışıl parlayan bir sürü küçük çocuk da etrafınızı saracaktır. Yangon’un sokaklarında zaman uçacak ve siz de tüm Yangonlular gibi zamanı unutacaksınız.

Asya’nın bir çok şehri için “zamanın durduğu yer” deyimi kullanılır. Yangon için ise “zamanın unutulduğu şehir” demeli.


Yangon Rehberi

İklim

Yangon’un muson mevsimi mayıs ortalarından ekime kadar sürer. Kuru kalmak istiyorsanız, kasım ile nisan arasında Yangon’a gelmelisiniz.
Para

Burma’nın para birimi “kyat” ancak dolar neredeyse ülkenin gerçek para birimi niteliğinde
(1 USD = 650 Kyat). Ayrıca, ülkeye giriş yapan yabancıların sınırda 200 dolar bozdurarak FEC (Foreign Exchange Currency /1USD = 1FEC) denen ayrı bir para birimini zorunlu olarak almaları isteniyor. Üç para birimli karışık bir sistem, ama insan alışıyor.

Vize

Burma, ya da yeni ismiyle Myanmar için vize almak gerekiyor. Tur ile seyahat edeceklerin vize işlemleri, solo seyahat edeceklere göre daha kolay hallediliyor. Burma’nın Türkiye’de herhangi bir diplomatik temsilciliği bulunmuyor, bu sebeple vizeyi Bangkok’dan temin etmek en kolay seçenek.

Tekefon/Internet

Haberleşme konusunda dünyanın en zor ülkesine hoşgeldiniz! Sokaklarda ankesörlü telefon olmadığından, telefon etmek için postanelere gitmeniz gerekecek. Cep telefonunuzun çalışacağını düşünmeyin! Internet devlet kontrolünde olduğundan, e-mail atmakta bile zorlanabilirsiniz. Burma’nın uluslararası telefon kodu 95.

Nasıl gidilir?

Burma’ya gitmek pek öyle kolay değil. Hindistan, Çin, Hangkong, Singapur, Tayland, Kamboçya, Bangladeş ve Vietnam dışındaki ülkelerden Yangon’a direkt uçuş olmadığından, öncelikle bu ülkelerden birine uçmanız gerekecek. THY, Malezya Havayolları, Gulf Air, Qatar Airways, Emirates, Singapur Airlines, Cathay Pacific gibi uçak şirketleri ile bu ülkelere ulaşabilirsiniz.

Nerede kalınır?

Yangon’da irili ufaklı, her zevke ve bütçeye göre otel, ya da guesthouse bulmak mümkün.
Strand Hotel: Şık bir koloni binası. 5 yıldızlı hizmet arayanlar için. 92 Strand Road. Tel: +95 12 43377. Traders Hotel: Çok merkezi. Konfor arayanlar için. 223 Sule Paya Pagoda Road. Tel: +95 12 42828. Savoy Hotel: Shwedagon tapınağına çok yakın, 4 yıldızlı bir otel. 129 Dhammazedi Road. Tel: +95 15 26289. Motherland 2 Guesthouse: Gezginler için şehirdeki en iyi seçenek. 433 Lower Pazundaung Road. Winner Inn: Sessizlik arayanlar için iyi bir tercih. Ancak, merkeze biraz uzak. 42 Thanlwin Road. Tel: +95 15 31205.

Nerede yenir?

Ülkenin kuzeyinde bulunan Shan eyaletinin mutfağı ülkenin en iyi yemeklerini sunuyor. Yangon’da Shan yemeği yemek için en iyi adres 999 Shan Noddle Restaurant (34th Street). Bunun dışında 1st street’deki Aung Thu Kha, Burma mutfağının çeşitli örneklerini sunuyor. Hint ve Bangladeş lokantaları şehrin neredeyse her köşesinde karşınıza çıkacak. Anawrahta Street’deki New Delhi ve Shwe Htoo lokantaları çok başarılı kuzey Hindistan yemekleri yapıyorlar. Baharat ve acı konusunda hassassanız, garsonu muhakkak uyarın! Eğer canınız Thai çekerse Shwebontha Street’deki APK Thai Food’u deneyin. Yangon’da uluslararası fast food zincirlerini bulamayacaksınız. Keza, büyük otellerin kafeleri dışında şık kafe arıyorsanız, maalesef bu konuda da şansınız yok. Ancak, şehrin en iyi kafesi olarak bilinen, çay bahçesi görünümündeki Sei Taing Kya Tea Shop’da Burma çay kültürünü kesinlikle yaşayın, pişman olmayacaksınız.

Aklınızda Bulunsun

Burma hızla dışa açılmakla beraber, hala ATM bankamatik makinalarının olmama ihtimali yüksek. Yanınızda muhakkak yeterli miktarda nakit dolar, ya da seyahat çeki bulundurun. Büyük oteller dışında kredi kartı kabul edilmiyor.
Yangon, Güneydoğu Asya’nın en güvenli şehirlerinden biri olmakla beraber gece geç saatlerde ana caddeler dışında pek dolaşmamanızı öneririm. Az da olsa, hırsızlık ve soygun vakaları mevcut.
Ülkenin diktatörlük sistemi ile yönetildiğini dikkate alarak, sorumlu hareket etmek gerekiyor. Halk ile politika konuşmanın onları tehlikeye atacağını unutmayın.
Ne yaparsanız yapın, harcayacağınız paranın belli bir bölümü siz fark etmeseniz de diktanın kasasına girecek. Ancak, halkın işlettiği otel, pansiyon, restoran ve taksi işletmelerini tercih ederek, bu olumsuzluğu bir nebze olsun azaltabilirsiniz.

30 Mart 2005 Çarşamba

İsteyenlere "Yahoo 360° Blog ve Topluluk Servisi" nin Davetiyelerinden Gönderebilirim

Yahoo 360° servisi davetiyesi istiyorsanız,
a) groups-beta.google.com/group/rssblog adresindeki haberleşme grubuna mesaj göndererek,
b) Bu ikon sarı renkteyse ve online olduğumu gösteriyorsa, Yahoo Messenger veya Yahoo Web Messenger ile mesaj göndererek,
c) kutlayka et Gmail / Yahoo / Hotmail e-mail adreslerinden birisine mesaj göndererek,
davetiye isteyebilirsiniz.

Yahoo'nun 29 Mart tarihi itibariyle Beta aşamasında olarak yayın hayatına başlayan, Yahoo 360° isimli bir servisi var. Bu servisin amacı, hem bir topluluk oluşturma aracı olmak, hem de bir Blog servisi olmak.
Şu anda, Gmail'den alışık olduğumuz Davetiye yöntemiyle kullanıcı sayısını artırmayı uygun görüyor. Ben yabancı bir blog yazarıyla kurduğum iletişim sonucu elime geçmiş olan bir davetiye ile, bu servisi deneme amaçlı kullanmaya başladım. Benim oluşturduğum deneme amaçlı sayfayı, 360.yahoo.com/kutlayka adresinden görebilirsiniz.
Şu anda davetiye gönderme imkânım da bulunuyor ve 100 taneye kadar davetiye gönderebileceğim belirtiliyor. Davetiye isterseniz, şu mesajlaşma seçeneklerinden birisiyle iletişim kurabilirsiniz.

19 Mart 2005 Cumartesi

RSS ve Blog Nedir, Nasıl Kullanılır?

RSS tekniği, seçeceğiniz haber, makale ve mesaj kaynaklarındaki yeni yazıların başlık ve özetlerini, sizin için biraraya toplar. İlginizi çeken bir haber-makaleye tıkladığınızda, o haber-makale kendi sitesinden açılır.
Bir alttaki makalemiz, Blogların ilk oluşturma işlemini tarif etmekte ve yardımcı olmaktadır.

RSS kaynaklarını, 1.Bloglines Servisiniz, 2.My Yahoo! Sayfalarınız, 3.Masaüstü Programları aracılığıyla okuyabilirsiniz.
Bu sitenin sağ sütununda, 2100'ün üzerinde kaynağa ulaşabilirsiniz. Her kaynak için, B harfine tıklayarak o kaynağı Bloglines servisinize, + ikonuna tıklayarak My Yahoo! servisinize ekleyebilirsiniz. Başlığına tıklayarak ilgili kaynağı açabilir, XML› logosundan o kaynağın RSS / XML adresini öğrenebilirsiniz.
Blog, serbestçe yazılar yazıp yayınlayabilmenizi sağlayan bir ortamdır. Blog bir kere oluşturulup ayar ve biçimlendirmeleri yapıldıktan sonra, istediğiniz zaman, istediğiniz yerden yazılar ekleyebilirsiniz. En son eklenen yazı, en üstte görüntülenir. İsterseniz, arkadaşlarınıza davetiye göndererek, onların da aynı blog üzerinde yazılar yazmasını sağlayabilirsiniz.

Blog Kardeşliği Toplantısı Hakkında Yazılan Makaleler, Fotoğraflar ve Anılarım

Toplantı'yla ilgili yazılan, farkettiğim makalelerin listesi:
Plasticwings: Toplantı Sonrasını Yorumlama Aparatı
• Fotoğraf Albümleri: Hllfr 1 - 2, Ouz, Plushebo, Matilda, Cemshid 1 - 2 - 3, Flickr Grubu
Viscus: Kardeşlik Geliştirme Araç Gereçleri
Matilda: Ebru Akel Zirvesi
Eloy'un Nikita'ya Önerisi
Nikita'nın Eloy'a Cevabı
Taci.Tırsak: Güzeldi Güzel...
Eloy'un Toplantıya Geliş-Gidiş Maceraları
Viscus: Ayrıca Blog Kardeşliği Toplantısı Fotoğrafları
Eloy: Life Roof'a Gitmeyin
Spineless: Pilav Yeme Anısı
Berk: Yoruldum ve Plush'dan Şüphelendim
Visual Ghetto: Hepimiz Blog Kardeşiyiz
Manhem: Blog Kardeşliği organizasyonu ilginç bir tad bıraktı bende
Go-khan: Blog kardeşliği ilk toplantısı yapılmış...
Matilda: Blogger Toplantısı - İlk Hazırlıklar
Life Roof'daki toplantıya ilk önce ben geldim - 15-20 dakika sonra Viscus, biraz daha sonra Nikita ve sonra da diğerleri geldiler. Plush, gelenlerin listesini çıkardı.
Tanışma fasılları genellikle şöyle geçti: "Ben falan siteden falanca" - Tabii çoğu kişi site adlarını daha çok hatırlıyor, sitelerin yazar isimleri daha az hatırlanıyor.
Viscus ile Sayıklamalar, Ankara'dan gelen iki kişiydiler. Toplantıyı organize edenler ise, en geç gelenlerden oldular. Viscus, sitesinin Fanzin bölümünü dergi gibi basarak yayınlamış. Çekirge, Mustafa Kemal Paşa Tatlısı getirmiş ve bize güzelliklerini anlattı, ağzımızı tatlandırdı.
Sohbetlere, Blog'larımızdan bahsetme ağırlıklı olarak başladık, bir süre sonra konu dağıldı, biraz daha sonra tekrar Blog'lar konusuna geldik ve yoğunlaşarak devam ettik. Alegori ve Bobiler, toplantının en sessizleriydi. Winmaker içti, Pagan ağır abi, Eloy ve Cemshid neşeliydi, Taci.Tırsak ve Manhem uzaktaki koltukta programcılık konuştular, Berk'i çıkartamadım. Ouz'a ait fotoğraf makinesi elden ele dolaşıp, fotoğraflar çetki.
Blog'cular olarak ortak neler geliştirebiliriz - gibi konular üzerinde kafa yorduk, çok sayıda fikir çıktı ama kesin bir karar alınamadı. Neyse işte biraz daha konuştuk. Birazdan bazı kişiler teker teker kalkmaya başladı; Matilda ve arkadaşı Ouz da kalktılar; onlar kalkınca kafe görevlisi geldi ve bize, "Burayı toplayacağım" dedi, "Son bayan da kalktı" dedi - yani sap sap oturmamıza izin vermediler ve bizi kovdular. Aramızda anlaşıp, Life Roof'u kötüleyen yazılar yazma konusunda anlaştık - aldığımız en net karar bu oldu.
Kalktık dışarı çıktık, Eceli Gelen Fare ve Spineless, çıkışa gelmişlerdi. 10-11 kişiyle, yemeğe gitmek üzere yola koyulduk, gidene kadar biraz daha azaldık. Spineless'in sitesi pempe; yeleği, çantası ve cep telefonu da pembeydi. Yemek sırasında iş-okul durumlarımızdan ve internet alışkanlıklarımızdan da bahsettik.
Diğer ayrıntıları, ya ben aklıma geldikçe eklerim, ve de toplantı konulu diğer makalelere vereceğim bağlantılardan da ulaşabilirsiniz. Umarım bu anılar, Blog kültürünün daha iyi anlaşılabilmesine yardımcı olur...